Hisler, beyaz ışığı kıran prizmadan çıkan renk spektrumundaki renk tonları gibidir. Sevgi de bu bağlamda beyaz ışığa benzemektedir. Beyaz ışığı kıran nesneler gibi bedensel varlığımız da sevginin farklı duyguları oluşturmasına, zihin süzgecinden geçen duygularımızın da hislerimizi oluşturmasına sebep olur. Işık ve renkler nasıl ki tüm hayatı anlamlandırmamızı sağlıyorsa, sevgi ve hislerimiz de aynı işlevi görür. Işığı hepimiz görürüz, hissederiz, ancak onu yakalayamayız, sevgi de bu anlamda ışıkla benzerlik göstermektedir. Sevgi, tanımı oldukça zor olan ama kolayca hissedilebilen, tanımı herkesçe değişebilen ancak deneyimine herkesin ulaşamadığı bir kavramdır. Tüm renklerin bir araya gelmesinden oluşan beyaz ışık da bize yalnızca hislerimizi paylaşıp birbirimizle empati kurduğumuzda, kısaca bir bütünün parçası olduğumuzu anladığımızda gerçek anlamda sevgiyi deneyimleyebileceğimizi anlatıyor.
Sevgiyi deneyimlemeye çalıştığımız yaşam serüvenimizdeyse hislerimizi tanımlamaya, anlamaya ihtiyaç duyarız. İki insan aynı duyguyu farklı şekillerde deneyimleyip o duygular üzerinde farklı hislere sahip olabilirler. Hislerimiz üzerinde zihnimiz aracılığıyla ne kadar tanım yapmaya çalışırsak çalışalım, gördüğümüz bir rengin tonunu tarif etmek kadar zordur bu durum. Bu yüzden hislerimizin yansıması olan eylemler hakiki olan en iyi tanımlardır.
Hislerimiz, ailemizden başlayarak tüm ilişkilerimizin belirleyicisi olmaktadır. Örneğin, ikili ilişkilerde söylenenlerin yapılanlarla uyuşmaması da hislerin doğru iletilememesinden kaynaklanır. Hisleri doğru iletebilmek için birçok parametre gereklidir fakat bu konudaki en temel ihtiyacımız özgünlük ve dürüstlüktür. Yani hislerimizi tanımlarken önce kendimize karşı dürüst olmalı ve karanlığımızı kabul etmeliyiz. Aksi takdirde karanlığımızı renklendirme, aydınlatma ihtiyacı duymayız. Dürüstlüğün yanı sıra özgünlük ise bir ruha, dolayısıyla karaktere sahip olmayı gerektirir. Keskin sınırlarla çizilmiş davranışları, ilkeleri ifade eder. Örneğin günümüzde çok duyduğumuz “bu devirde dürüst olursan kaybedersin, bu devirde kimseye iyilik yapmayacaksın” gibi ifadeler kaybetme kaygısıyla bizi başkalarına benzemeye iter ve ruhumuzu tek bir tipe indirger. Bu da toplumda daha fazla hastalık, kıtlık, savaş ve acı demektir. Zaten ışığı, sevgiyi deneyimleyebilmek için karanlığa ihtiyaç duyduğumuz bir evrende yaşadığımızı anladığımızda, karanlığın ışığı görmek için bir fırsat olduğunu, umutsuzluğa kapılmanın, korkmanın gözlerimizi kapatmaktan ibaret olduğunu fark ederiz.
Günümüzde ise gözlerimizi kapatmış bir şekilde umutsuzluğa doğru koşuyoruz. İnançsızlığımızın getirdiği umutsuzluk bizi karanlığa sürüklese de ışığa olan ihtiyacımızı anlamamızı sağlayacak. Nietzsche de “tanrı öldü” derken karanlığın üzerimize çöktüğünü anlatıyordu. Bunu derken aslında gerçek bir özgürlükten bahsedebilmek için tanrının var olmaması gerektiğini düşünüyordu. Yanlış değildi, karanlığı görmeden ihtiyacımız olan ışığı göremeyecektik. Doğu felsefesinde de ‘hakikati’ görebilmenin yolu tüm yargılardan ve kurallardan kurtulmak olduğu anlatılır. Yüzyıllardır zıt algılardan oluşan doğu ve batı zihniyetinin hakikat yolunda en yakın olduğu hale, dünyanın en karanlık zamanlarında gelmesi bu tezi doğruluyordu. Buna materyalizmin, spirtiüelizmi desteklemeye başlaması da diyebiliriz, psikoloji ve sosyoloji biliminin dinlerdeki günah kabul edilen davranışları bilimsel olarak tanımlaması da…
Sanayi devrimiyle başlayan liberal çağ, teknolojinin ilerlemesiyle neoliberal çağa dönüştü. Makineye dayalı üretim, özgün insanlara duyulan ihtiyacı azaltarak tek tipleşmeyi artırdı ve mevcut karanlığın çökmesine sebep oldu. Bencil, kaygılı ve taklitten ibaret olan bireyler seri üretimin artmasını ve özgünlüğün yok olmasını istedi. Mevcut özgüvensizlikleri, ancak yok ederek var olabileceğine inanıyordu. Nihayetinde oluşan bu karanlığı aydınlatmanın tek yolu ise özgürleşebilmektir. Özgürleşmek, sevgi, cesaret, özgüven duygularını bir araya getirmeyi gerektirir. Özgürleştikçe, ışık görünür olmaya başlar ve kendimize olan inancı artırırız. Nihayetinde özgünleşiriz ve toplumun dayattıklarını değil kendi kurallarımızı yaşayabiliriz. Özgürleştiğimizde, “insanlar kötü olabilir, ben iyiyim. İnsanlar yalan söyleyebilir, ben dürüstüm” gibi sınırlarımızı çizmeye başlayarak ‘karakter’ inşa etmiş oluruz. İşte bu içsel devrim, karanlığımıza ışık tutacak, bizi özgünleştirecek ve hislerimizin farkına varmamızı sağlayacaktır. Hislerimizi anlamamız, istek ve ihtiyaçlarınızı ayırt etmemizi sağlayacak, “birileri şunu yapıyor ben de yapmalıyım” demek yerine “ben bunu yapmak istiyorum, bundan keyif alıyorum, bundan keyif almıyorum” diyerek taklitçiliğimizi bitirecektir. Böylece bu evrene deneyimlemeye geldiğimiz sevgiyi, ışığı görebilir, hissedebilir hale geleceğiz. Renklerimizi gördüğümüz, hislerimizi fark ettiğimiz, özgün ve özgür günler için…